BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA

12 Eylül öncesi ve sonrasıyla, bilinen, bilinmeyen, konuşulan, konuşulmayan ve artık devasa bir spekülasyon malzemesi olan yönleriyle bu toprağın kanayan yaralarından. Ahmed Arif’in “Nuh’a beşikler vermiş”, “binlerce yıl sağılmış”, “ne şah, ne sultan takmış” yurdu, “dünkü çocuk Havva anadan” bu yana nice acıya, kıyıma ve katliama da çaresizce tanıklık etmiştir.

İşte çileyle, dertle hemhal bu topraklar, işte asırların ihmalini, kaderciliğini hırçın bir bozkır kuraklığıyla dışavuran bu coğrafya, işte bir türlü dile getiremediği yoksulluğundan utanan Anadolu; tam da 12 Eylül’e beş kala, isimsiz kurbanlarla yeni dramlar eklemiştir hafızasına.

Fakat kesinlikle tekerrüre açık ve kesinlikle ibret alınmayan tarihine…

Ülkenin insanları, farklı aidiyetlerle kutuplaşmışken, kimi daha güzel, daha aydınlık, daha adil bir dünya hayal ederken; kimi onun karşısında yurdunu kuzeyden gelmesi olası ezeli düşmandan koruduğunu düşünüp, diğerinin karşısında dururken, hepsi de vatanını sevdiğini ve haklı olduğunu düşünüyordu.
Tam da böyle gözlerden uzak, tatlı meltemlerden ve maviden bihaber beldelerinde Anadolu’nun; farklılıklar, ayrılıklar kaşınıp dururken, Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta yüzlerce insanımız devlet babasının gözlerinin önünde evini, toprağını, geçmişini ve dahi hayatını kaybediyor, yüzyılın başında yaşanan adı bir türlü konulamayan büyük trajedinin ufak çaplı benzerleri yaşanıyor, bu defa iyice ayrıntıya tahammülsüzlükte zirve yapıp, ebedî yeknesaklığa,sonsuz türdeşliğe kapı açılmaya çalışılıyordu.
Mayıs 1980’in son günlerinde, başkentte bir dönem bakanlık da yapmış bir siyasetçinin bir cinayete kurban gitmesinin sonunda, Çorum’da baş veren gerilim günlerce sürüyor, sonuçta edilgen ve/veya taraflı devletin dahliyle yine onlarca yurttaş, sırf ayrıntıda farklı görünen kimlikleri yüzünden, sırf dünyaya öyle geldikleri için, sırf başka bir seçenekleri olmadığı için, daha dün kapı komşusu olduğu kişilerce acımasızca yok ediliyordu.

Ekilen kin ve nefret tohumları yüce değerlerle cilalanıp, “din elden gidiyor”, “camiye bomba atıldı” gibi provakasyonlarla (bu arada Alaattin camine bomba atıldığı yönündeki asılsız haberi devlet radyosu vermişti), “Yunus gibi anlamayana, Yavuz gibi anlatırız” savsözleriyle düşman görülene karşı her türlü zulüm ve eza meşru hale getiriliyordu.

Ve Temmuz 1980 ortalarına değin süren bu kargaşa, bu kaos ortamında, fotoğrafta çocuklukla gençlik arasında bir kimlikle bakan, üzerindeki üniformaya biraz yabancı, mahzun, mahcup ve tedirgin bakışlı askeri tıbbiye öğrencisi Süleyman Atlas sınavlarını bitirmiş, arkadaşlarının tüm karşı çıkmalarına karşın ailesinin yanına dönmüştü.

Döndüğünde, Çorum’da karşılaştığı, barikatlarla ayrılmış mahalleler, kaygı, korku ortamı, bir can pazarı ile devletin ve Allah’ın terk ettiği bir kentti.

Süleyman, tarımsal üretimi yetersiz, sanayileşememiş, sürekli büyük kentlere ve yurtdışına göç veren, başkentin yamacında bir nevi boğulmuş, eğitim seviyesi ortanın çok altında bu şehirden, İstanbul’da tıp fakültesi kazanmayı başarmış, ailesinin gözbebeği bir gençti.

Büyük ihtimal, ailesinin onu büyük kentte geçindirecek maddi gücü olmadığı için, büyük ihtimal Sobotta*’yı alacak paraları olmadığı için, büyük ihtimal devlet askeriyede “donundan, üç öğün sıcak yemeğine” değin her şeyini verdiği için, büyük ihtimal “askerin ölüsü, dirisi para” olduğu için sivil tıp fakültesini değil, askeri tıbbiyeyi tercih etmişti.

Ancak, belki adaletsizliğe isyan ile oluşmuş mezhepsel kökeni, belki okudukları, belki örnek aldıkları, belki ülkenin her yerini sarmış siyasi iklim, belki de damarlarındaki delikanlılığın oluşturduğu Rastignac** olma isteği, onu sadece Sobotta’yı değil, eşitliği, adaleti ve özgürlüğü anlatan kitapları da okuyan, forumlara, mitinglere katılan biri yapmış,bu karışık ortamda dahi memleketine dönüp insanlara yardım etmeyi bir görev bilmişti.

İşte 4/ Temmuz/1980’de mahallelerinin önündeki barikat panzerlerle yarılmaya çalışılırken, Süleyman Atlas omzundan hafif bir yara alır, önemli değil, “bu yara beni öldürmez,” der. Ve ablalar, teyzeler, amcalar velhasıl tüm bir mahalleli, onu hastaneye götürmeye çalışan polislere inat, vermek istemezler. Ama polisler, onların tüm karşı koyuşlarına rağmen Süleyman’ı kollarından sürükleyerek, ite kaka götürürler, SSK hastanesine.

SSK hastanesi, şifa veren bir merkez olmaktan çok, militanların konuşlandığı bir işkencehanedir o günlerde.

Yazgının garip ve berbat bir tecellisi, doktor olmak için yola çıkmış bir genç, görev yapma olasılığı olan bir mekânda, bütün hayallerini, bütün umutlarını nobran ellere, bırakarak bu dünyadan göç eder.
Süleyman’ın cansız bedeni, ertesi gün ailesine teslim edildiğinde vücudunda sigara söndürüldüğü, şişlendiği, acımasızca işkenceyle karşılaştığı görülür.

Günlerce süren kaos ortamında onlarca masum insanımız baltalarla doğranarak, fırınlarda yakılarak, türlü işkencelerle öldürülmüş, Süleyman gibi onların da hiçbirinin katilleri bulunamamış, ihtimal, hemen hepsi hiçbir vicdan sızısı duymadan, ülkesini düşmandan kurtarmanın gururuyla aramızda yaşamış, bizlerle aynı havayı solumaya devam etmiştir.

Çorum Olayları’ndan sonra tıpkı daha öncekiler gibi ve daha sonra olacaklar gibi benzer şeyler söylendi.

Sözgelimi olayları başlatanlar, kışkırtanlar buralı değil, dendi. Öyle olsa bile hiçbiri uzaydan gelmemişti, hepsi bu toprakların insanıydı.
Sözgelimi, ki bu 12 Eylül sonrasının neredeyse klasikleşen argümanı olmuştur. İki tarafta da aynı silahtan çıkan kurşunlar kullanılmış, dendi. Ama o silahı verdiği varsayılan ele laf edenler, o silahı alıp kullanan ellere laf etmedi.

Sözgelimi, olaylardan önce ABD ajanları, tıpkı daha önce Kahramanmaraş’ta vd. olduğu gibi burada da şartları hazırladılar dendi (ABD ajanı Alexander Pech). Ama sen, niye uyuyorsun elin adamına da, yüzlerce yıllık komşunu, arkadaşını, soydaşını, hepsinden geçtik bir insanı yok ediyorsun, nasıl bir ruh hali ile akıl almaz işkenceler yapabiliyorsun, diye sorulmadı.

Bir zamanlar Anadolu’da, çok da değil bundan 39 yıl önce, masum insanlarımız, “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz,” diyen, Çorum’da canlar giderken, “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın,” diyen yöneticilerimizin bir yerde zımni onayıyla katledildiler.

Ancak, artarak devam eden ayrıştırma, ötekileştirme, kutuplaştırma ortamında yeni yeni Saint Bartholomeus katliamlarına*** gebe mi acaba bu topraklar sorusu insanın aklını koyu bir endişe ile meşgul etmeye devam edecek gibi görünüyor.

Prof. Dr. SÜLEYMAN KALMAN