Collum Femoris
Bazen, aniden dersin ya hani, “ne işim var lan benim burada”, diye…
Atatürk Bulvarının kıyısında Çankaya’ya doğru uzanan büyük apartmanlardan birinde, şık ve rengarenk giysili, bakımlı ve makyajlı, hemen hepsi orijinal rengini unuttuğu saçlarıyla biraz önce kuaförden çıkmış, eşlerinin statülerinden kaynaklı hiyerarşiyi kendi aralarında hiç unutmadan davranan onlarca kadının arasında, öylece, yabancı ve sinik bir köşeye büzülmüş oturuyordum.
Beşinci sınıfa başlarken, ne diye firar ettiğimizi bilmeden, sırf avarelik yapmak, sırf özgürlük hissini tatmak için okuldan kaçtığımız günlerden birinde, bir heves Heykel’in oradaki bir giysi mağazasından, okulun verdiği ya da artık almamıza az kalmış maaşımıza güvenerek taksitle satın aldığımız, koyu gri, kentin havası gibi kasvetli, ağırbaşlı ve iç karartıcı uzun paltom üstümde, eğreti oturuşumu örtmek ister gibi, Dostoyevski romanlarından fırlamış herdaim mutsuz ve huzursuz bir kahraman gibi iliştiğim köşede birinin benimle ilgilenmesini bekliyordum.
Hayatta kızkardeşi ve dahi bizler dışında kimsesi olmayan teyze, hepimizin teyzesi, bir biçimde yazgının bir araya toplayıp, kaderbirliği yaptırdığı kadıncağız, bir gün yine bakkala ekmek almaya giderken, tam da beraberinde mahalle ile ilgili yeni yeni havadisler getirecekken, mahallenin daracık sokaklarında zaten az gören gözleriyle sanki bütün otomobiller kendi üzerine gelip, onu ezeceklermiş gibi, kıyılara köşelere büzüşürken, birdenbire, pat diye yere düşmüş ve adımını atamamış bir daha ileriye.
Ve onun yaşlarında başka iki ihtiyar kadın, anneannem ve komşu Hacer teyze, onu hemen bir taksiye bindirip yakındaki Numune Hastanesine götürmüşler. O Numune hastanesidir ki, yıllarca bir sürü yoksula, garibana, hatta geceleri içip, sıçıp, birbirini kesen ite-kopuğa ve hatta Anadolu’nun her köşesinden kopup gelmiş, dermansız, devasız hastaya kol kanat germiş, çare olmuştur.
Sonradan, bu iki yaşlı ve ümmi kadının, bir koşu, müthiş bir beceri ve soğukkanlılıkla teyzeyi hastaneye götürme sahnesi gözümün önünde canlandığında, boğazıma hep bir şeyler takıldı, hep bir isyan duygusu, hep keşke orada olsaydım ya da artık elim ekmek tutaydı artık pişmanlığı.
Ve teyzenin çekilen kalça röntgeninde, saptanan collum femoris kırığı. Yani uyluk kemiğinin boynunda kırık.
Zor koşullarda, yarı aç yarı tok yaşanan izbe evlerde geçirilen günlerin, gecelerin, belki rahmetli kocanın çektirdiği eziyetlerin yadigarı, gerçekleşmeyeceği için zaten kurulmamış hayallerin, ayak uçlarına basılarak sessizce geçilmesine bile tahammül edilmemiş kahpe bir dünyanın sonunda ona layık gördüğü bu idi herhalde.
Ve teyzenin yürüyebilmesi için ameliyat olması, kırık bölgesine bir protez konması gerekiyordu.
Ancak yıllarca başka hayatların peşinde didinip, durmuş teyze pek yerinden kalkmıyor ve sanki yılların koşturmacasından sonra bu yeni durumdan pek de şikayetçi olmuyor ve pek de değişmesini istemiyordu.
Ve ben bir çıkar yol arıyordum, bu ömrü boyunca çok az doktor görmüş, orta 1. sınıfta onu götürdüğüm Anafartalar Polikliniğindeki doktorun yaptığı baryumlu özefagus-mide grafisini ve söylediği “sende ya ülserden ya da kanserden kuşkulanıyorum” şeklindeki abartılı öntanıyı hayatının en önemli hadisesi yapmış ve sosyal güvencesi olmayan bu kadıncağız için, bir tıbbiye talebesi olarak ne yapabilirdim? İnsani sorumluluk yanında bir de mesleki sorumluluk hissediyordum ona karşı.
Genciz ya, delikanlılık da var, pek de öyle ülkeyi, dünyayı adamakıllı tanımıyoruz. Her şeyi çözebileceğimizi, halledebileceğimizi düşünüyoruz. Yani sahte bir omnipotens (pek de seviyoruz o zamanlar bu latince terimleri, olduk olmadık yerde kullanıyoruz işte). Onun için pat ortopedinin iki numaralı hocasının yanına gidiyorum. Bir numara zaten hem dekan, hem paşa. Hepimiz korkuyoruz ondan. Yanına hem salavatla giriliyor hem de çıkarken beraberinde nazarlık babından bir disiplin cezası da mutlaka oluyor.
Hoca, hep ifadesiz, hep donuk suratlı biri, içimden bu adam hiç gülmüş müdür ya da ağlamış mıdır diye soruyorum. Anlatıyorum ona, böyle böyle bir teyzemiz var, kimsesi yok, sigortası vs.de yok, diye. Kafası kim bilir nerelerde, dinliyor beni ya da söyleyeceği söz, başından belli de, dinliyormuş gibi yapıyor. “Bizim hastanede olmaz o ameliyat, dışarıda şu kadara yaparım.” diyor. Söylediği benim o ana dek işitmeye ya da telaffuza pek alışık olmadığım bir rakam.
Duraksıyorum, biraz. Ne diyebilirim? Askeri tıbbiyelilik, deontoloji vs gibi yüceltilmiş ama genelde içi pek dolu olmayan kavramlar şöyle bir geçiyor gözümün önünden.
Hoca, işine gücüne dönüyor, ben de hani derler ya, kös kös okula.
Pek bahsetmiyorum bu konudan kimseye. Ne yani hocayı mı kötüleyeyim. Asıl kendime kızıyorum, böyle uygunsuz bir istekle onun karşısına çıktığım için.
Hayatı tanımanın, üst üste gelen mağlubiyetlerden ibaret olduğunu ve adı konulmamış bir kast sisteminin mensupları olduğumuzu yaşayarak anlamaya devam ediyorum.
Ama pes etmek yok. İşte onun için bu koket hanımların arasındayım. Burası, o zamanlar iktidarda olan, ülkenin her yerine hakim, anlı, şanlı partinin -ki şimdi adını sanını hatırlayan kalmamıştır- kadın kolları gibi bir yer. “Papatyalar” denilen bu hanımlar, devrin başbakanının karısının cankuşları. Şimdi “sosyal sorumluluk projeleri” denilen işlerle, reklamlarını yapıyorlar. Belki de, ülkeden bir şekilde, ihale ile, kredi ile şunla bunla aldıkları paraların cüzi bir kısmıyla hayır ileri yaparak, günah çıkarıyorlar.
Birisi üstünkörü benimle ilgileniyor. Anlatıyorum durumu. Muhtardan bir belge ile tıbbi raporları istiyor sanırım. Ama çok da istekli ve ilgili gelmiyor bana. Pişman da oluyorum oraya gittiğim için, yabancı ve uzak gördüğün bir yerden merhamet dilenmek sahtekarlığı gibi.
Eve geliyorum. Süngüm biraz düşük. Bakıyorum anneannem, kendi de yaşlı ve hasta olmasına rağmen, hiç yüksünmeden kuş gibi bakıyor kardeşine. Teyze, ben o büyük ameliyata dayanamam diye ağlıyor, korkuyor. Bana da vebali üzerime kalır diye bir çekimserlik yüklüyor.
Sonra, dekübit ülserleri denen, aynı pozisyonda uzun süre yatan hastalarda oluşan bası yaraları oluşuyor teyzede. Ama bunların da çeşitli merhemlerle, yatış pozisyonu ve yatak değiştirerek üstesinden geliyoruz.
Velhasıl, teyze ameliyat olmadı ve biz de bir daha bu konuyu açmadık. Anneannem, dört yıldan fazla bir süre bir gün bile of demeden, kardeşine, elinden geldiğince baktı. Bundan hiç şikayetçi olmadı, serzenişte bulunmadı. Kardeşliğin destanını sessiz sedasız ama onurlu bir tavırla yazdı.
Bana gelince, okulu bitirip, şehirlerin şehrinde, mecburi hizmete gittiğim, nispeten ılık bir kasım sabahı, teyzenin göç haberini, telefonun öbür ucundaki titrek sesten aldığımda, Recaizade Sokağı’ndan Ankara’ya giden otobüslere doğru yürürken, tüm bu yaşananlar ıslanmış gözlerimin önünden geçiyor, teyzenin giderek küçülen bedeni, çaresizliği ve kimsesizliği içimde bir şeyleri bileyliyordu.
Prof. Dr. SÜLEYMAN KALMAN