I)Köy Enstitüleri Nasıl ve Kimler Tarafından Kuruldu?
Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta kurulmuş. O güne değin, köy okullarıyla ilgili çalışmalar varmış tabii ki. Köy okullarını tüm yurda yayma çalışması, enstitülerle daha ciddi, planlı ve bilimsel bir hal almış. Talip Apaydın, “Köy Enstitüleri Yılları” adlı kitabında o günden şöyle söz eder:
“O yılın baharında bir gün okulda kıyamet koptu. Bizim haberimiz bile yoktu. 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası çıkmış. Bizim okul da köy enstitüsü olmuş. Daha birçok yerlerde köy enstitüleri kurulacakmış(1).”
Köy Enstitüleri’nin öncüsü Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tur (2).
Halk arasında, çok sevilen ve 1936-1946 yılları arasında görev yapan, İ. Hakkı Tonguç, Rumelili bir göçmen, okumanın erdemine ve önemine inanmış, iyi bir eğitimci, planlamacı ve resim-iş öğretmeni. Memuriyet görevinin son yıllarını Ankara Atatürk Lisesi’nde resim öğretmeni olarak tamamlar. Köy Enstitüsü öğrencilerinin, halay çekerek söylediği şiirlerde, türkülerde hep o var:
“Iramazan gelince oruç tutarız oruç,
Enstitüleri kuran yaşasın Hakkı Tonguç (3).”
Mahmut Makal, İ. Hakkı Tonguç ile ilgili ilk anısını şöyle anlatıyor:
“Beni kaldırarak, devletin vatandaşlara görevleri nedir?” diye sordu. Bu büyük adamların karşısında dilim tutulduğunu görünce döndü ve şöyle dedi:
“Yüzyıllardır konuşturulmadıkları için çocuğu kusurlu görmüyorum. İlk işiniz bunlara düşünmeyi, düşündüklerini söylemeyi öğretmektir(3).”
Cumhuriyetin ilk yıllarının önde gelen yazarlarından Falih Rıfkı Atay Ulus gazetesinde çıkan bir başyazısını Tonguç Baba adıyla yazıyor ve şöyle diyordu:
“… Tonguç, halkın bağrından çünkü, halkın özlemlerini, ilerici güçlerin sağladığı birikimi eyleme çevirmeyi başarmış. Köy Enstitülerini yaratmış (4).”
İ. Hakkı Tonguç, 1957’de Bedri Rahmi Eyüpoğlu’na gönderdiği mektupta şöyle der:
“Okuma-yazma bilmezliğin doğurduğu kötülüklerin bu milleti ne duruma soktuğunu yakından görmeyenler, sefaletin derecesini kestiremezler. Buna karşılık en basit anlamda bir ilköğretime kavuşanların gözleri açılmış körler gibi dünyayı, bütün güzellikleriyle görmeye başlamaları, yedeksiz yürüyecek hale gelmeleri, azımsanacak bir nimet midir (4.)”
İ. Hakkı Tonguç’un eğitim seferberliği ruhuyla, idealist ve yurtsever bir öğretmen, “insan” yaratma çabalarının belirginleştiği bir sözünü anımsatarak devam etmekte yarar var:
1942’de bir Köy Enstitüsü Müdürü’ne yazmış Tonguç.“Elinizdeki talebeyi öyle bir hale getireceksiniz ki, bir gün onlara maaş verilmese, yani memleket veremeyecek duruma gelse, felaketler birbiri üstüne yığılsa, onları ateşler içinde bıraksa, yine onlar maaşların verildiği, ekmeklerin serbest satıldığı devirdeki halet-i ruhiye gibi sağlam bir imanla işlerini görebilmelidir(3).”
Tonguç’un kafasındaki köy okulları projesinin en büyük destekçileri, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’dür (2).
İnönü Ekim 1946’da, Köy Enstitüleri hakkında şöyle der:
“Bütün askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kaale almadan diyebilirim ki, öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Biri köy okulları, diğeri de çok partili hayattır (2).”
Dönemin eğitim bakanı ve belki de Türk Milli Eğitiminin en unutulmaz bakanı, şair Can Yücel’in babası, Hasan Ali Yücel’in eğitime verdiği hizmetler hakkında, Hilmi Ziya Ülken şöyle diyor:
“Ali çok büyük iş yaptı. Maarif Şurası, Ahlak Şurası, Tercüme Kongresi, felsefe terimleri komisyonu, Köy Enstitüleri, ortaöğretimde birlik, yüksek öğretimle ortaöğretimin uyarlanması, Dünya klasikleri tercümesi, nihayet üniversite muhtariyeti… (4)”
“Mustafa Kemal’e göre geçmiş dönemlerin eğitim anlayışı, uygulamaları yarı sömürge durumuna düşmemizin, yıkılışımızın en önemli nedenleri arasındadır. Cumhuriyet, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirmelidir. Ancak böyle kuşaklar, tüm kafa güçlerini ortaya koyup, çağdaş bir toplum yaratabilirler. Eğitim bir buyurma aracı bir süs olmaktan çıkarılmalı, dünyayı yaşanası duruma getirmeye yaramalıdır(4).”
Hasan Ali Yücel’in eğitimciliğini, yurtseverliğini, çalışkanlığını ve bir çocuğun, babasına duyduğu, ancak; bilinmez ve gerekli bir boyun eğişle kabullendiği hasreti, belki de yüce bir amaç uğruna yapılan savaşıma duyulan çocuksu saygıyı dile getirmesi bakımından, Can Yücel’in “ Çağın En Güzel Gözlü Maarif Müfettişi ” şiirini buraya koymayı uygun bulduk.
“Hayatta en çok ben babamı sevdim!
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla –ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi, hep, hepp acele işi
Çağın en güzel gözlü Maarif Müfettişi
Atlastan bakardım nerelere gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu
40’ı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a
Bi helalleşmek ister elbet, diğ’mi oğluyla
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmakta devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.”
Prof. Dr. SÜLEYMAN KALMAN